BACIYÂN-İ RUM, ANADOLU BACILARI (İLK TÜRK KADIN GİZLİ ÖRGÜTÜ)

Türk tarihinin ana ögeleri şüphesiz, kahramanlıklardan, yiğitliklerden, destanımsı yaşam hikâyelerinden oluşmaktadır. Türk erkeklerinin olduğu kadar, Türk kadınlarının da yiğitlikleri elbette yadsınamaz. Tarihe, ‘‘ilk kadın başbuğ’’ olarak adını büyük harflerle yazdıran Tomris Hatun; Kazan Hanı Safa Giray’ın ölümünden sonra, Rusların saldırısına maruz kalan Kazan Hanlığını, kanının son damlasına kadar cesurca savunan Süyün Bike; Çin’de esir olarak tutulduğu yıllar boyunca namusuna kastetmek isteyen Çin imparatoruna teslim olmayıp ölümü seçen ve ‘‘iffet timsali’’ olan ‘‘güzel kokulu prenses’’ Dilşad Hatun ve Kara Fatmalar, Nene Hatunlar… Ve dahası, ismini dahi duymadığımız kahraman Türk kadınları…

Birbirlerinden farklı ellerde, farklı zamanlarda yaşamış fakat aynı amaç uğruna, aynı kutsaliyet uğruna kahramanca çarpışmış Türk kadınlarının dillere destan öykülerini yazan tarih; dünyada ilk kez kadınlardan oluşan örgütlü bir mücadelenin varlığını da yazmıştır. O örgütlü mücadelenin adıdır, Bâcıyân-ı Rûm…

Tüm dünya ortaçağ karanlığını yaşarken, yine ortaçağ Anadolu’sunda kurulduğu sanılan örgütün kurucusu tahmin edeceğiniz gibi, Fatma Bacı isminde, bir Türk kadınıdır. Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamiyet’in Anadolu’da yayılmasında büyük rol oynayan teşkilatlar - Gaziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm, Bâcıyân-ı Rûm ve Ahiyân-ı Rûm- arasında kurucusunun ve mensuplarının kadın olması sebebiyle diğerlerinden ayrılmaktadır.


Kadınlardan müteşekkil bir yapılanma olması sebebiyle, günümüzde sadece kadınlara layık gördüğümüz yemek yapma, çocuklara bakma, bağ-bahçe işlerine koşma gibi alanlarda faaliyet gösterdikleri sanılmasın. Zira Anadolu Bacıları, askeri, siyasi, kültürel, ekonomi alanlarında da etkin bir şekilde yer edinmişlerdir.

Anadolu Bacıları, Türk askeri cephede düşman ile çarpışırken onlara gerekli mühimmatı temin etmeyi ve lüzumlu hâllerde savaşa katılmayı kendilerine görev addetmişlerdir. Nitekim erkekleri cephede iken geride kalanları, köyü-obayı korumanın onların vazifesi olduğunu ve bu görevi layığıyla yerine getirdiklerini tarihi kayıtlardan öğreniyoruz.

Sulh dönemlerinde ise, mensubu oldukları toplumun sosyal, kültürel faaliyetlerini düzenlemeyi yahut toplumun maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılamayı da başarıyla yerine getirmişlerdir. Misal olarak, annesi-babası olmayan çocukların bakımını üstlenmişler, evlilik çağına gelince her türlü ihtiyaçlarını imece usulü karşılayarak yuva kurmasını sağlamışlardır. Bakıma muhtaç ihtiyar kadınların bakımlarını üstlenmişler ve bir nevi toplumun ahlaki olarak yozlaşmasına engel olmuşlardır. 

Bâcîyan-î Rum, nam-ı diğer Anadolu Bacıları…

Kitabımız boyunca birçok gizli örgütten, cemiyetten, teşkilattan ve tarikattan bahsettik, bu yapılanmaların neredeyse tümü erkekler tarafından kurulup, yönetilen yapılanmalar olma özelliğini taşımaktaydı. Kitabımızın içersinde yer alan diğer Avrupalı kadın gizli örgütleri gibi “Anadolu Bacıları” isimli bu örgüt de Türk kadınlarının gizli bir yapılanmasıdır.

Diğer kadın örgütleri gibi siyasi emeller, entrikalar ya da şeytanca ayinler peşinde koşmazlar Anadolu Bacıları…

Onlar memleket uğruna kurşun yiyen erlerine kurşun yetiştirmek için cepheye koşarlar…

Onlar savaş bittiğinde ise toplumun sosyal ve kültürel yapılanması adına birçok hizmette bulunurlar ve sağlam teşkilatlanmalarını her alanda devam ettirerek varlıklarını korumaya devam ederler.

İşte bu kadınlara Anadolu Bacıları derler…

Fatma Bacı isimli bir dağ yürekli Anadolu anası tarafından kurulan bu cemiyet, birçok cephede vatan müdafaası için çarpışan erlere, birçok hizmette örgütlü olarak yardım etmiştir. Devlet nezdinde de bu kadınlar oldukça destek görmüş ve cephane yapımında kullanılmak üzere kendilerine kaynak sağlanmıştır. Avrupa medeniyetinin kadınları engizisyon mahkemesinde tarumar edildiği yıllarda, Müslüman Türk devletinin kadınlarının böylesi bir göreve girişmesi ve devletin de bu kadınlara lütufkâr davranarak her konuda yardım ve destek sağlaması, her ne kadar batı tarihçilerinin gözlerinden kaçsa da, tarih sayfalarından silinemeyerek günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Batı medeniyeti kendi kadınlarını zelil görmeye devam etse de, Anadolu topraklarında kadınların ne kadar öneme sahip olduğunu görmek onları dehşet düşürmüş olacak ki; batılı bir oryantalist olan Franz Taeschner, Baciyan-ı Rum olarak bilinen kadınlardan müteşekkil bu cemiyetin, aslında bir kadın cemiyeti olmadığını, kelime benzeşiminden kaynaklı bir hatadan ötürü bu isimle anıla geldiğini, asıl isimlerinin ise Hacıyan-ı Rum yani Anadolu Hacıları olduğunu iddia etmiştir.

Duy da inanma!

İnanmayın çünkü oryantalist Taeschner herhangi bir ispatta bulunamamış ve elle tutulur bir kaynak sağlayamamıştır. Bu, sadece o dönemlerde batılı kadınlar engizisyon mahkemelerinde yargılanırken, Türk kadınları nasıl olur da bu kadar önemli işlerde mertebe sahibi olabilir fesatlığının bir dışa vurumudur sadece…

Tarih sayfalarına Ahiyan-i Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum olarak Âşık Paşazade tarafından kaydedilen bu Anadolu topluluklarının arasında Baciyan-ı Rum yani Anadolu Bacılarının da zikredilmesi, ne denli öneme haiz bir yapılanma olduğunun kanıtıdır. 225

Usta tarihçi ve araştırmacı Fuat Köprülü tarafından, Âşık Paşazade’nin “Baciyan-ı Rum” yani Anadolu Bacıları diye adlandırdığı bu topluluk hakkında bazı bilgiler verilmiştir. Ancak Köprülü’nün bu bilgileri yüzeyseldir ve net olarak bir bilgi yoktur. Fakat Köprülü, Anadolu Bacıları isimli gizli kadın cemiyetinin Bektaşiler ile ilgili yakın bir bağının bulunduğunu ortaya koymuştur.

Özellikle Anadolu Selçukluları döneminde yoğun faaliyet gösteren Anadolu Bacıları isimli örgüt, Moğol istilasında önemli roller oynamışlardır. Örneğin Moğollar Kayseri vilayetine saldırınca sert bir karşılık aldılar. Kayseri’ye varan ilk Moğol askerleri hiç şüphelenmedikleri kadın savaşçılardan ummadıkları bir darbe aldılar ve arkasından erkek savaşçıların öldürücü darbesi ile bozguna uğradılar. Bu durum Süryani tarihçi Ebu’l-Ferec Gregory’nin Ömer Rıza Doğrul’un tercümesiyle anlattığına göre şöyle cereyan etmiştir;

“Diğer bir reis (Moğol reisi), Kayseri’ye gitti. Fakat buranın ahalisi şehri teslim etmek istemediler. Bunun üzerine Tatarların hepsi buraya karşı toplandılar. Şehrin surunu mancınıkla yıktılar ve şehre girerek şahane hazineleri soydular ve şehrin içindeki evleri ve binaları yaktılar. Bunlar, asilzadeleri ve hür kimseleri işkenceye tâbi tutarak bunları bütün servetlerinden mahrum edinceye kadar kılıçlarla dürtüklediler. Daha sonra on binlerce kimseyi öldürdüler ve genç erkekleri ve genç kadınları esir ederek götürdüler.” 226

Örgütün kurucusu olan Fatma Ana gizli ilimlerle uğraşan bir yaşam tarzını benimsemişti. Fatma Ana’nın bu feyzine şahit olan Hacı Bektaş-ı Veli ise Fatma Ana ile çok yakın münasebetlerde bulunmuş, onda bulunan feyze şahit olduktan sonra karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Fatma Ana’ya büyük saygı duyan Hacı Bektaş, onun bu denli bir örgütlenme ile kadınları koordine edişini ve İslam dinine olan hizmetlerini de öğrenince hayatında özel bir yerde muhafaza etmiştir.

İyi bir dost olarak tüm bilgilerini Fatma Ana ile paylaşan Hacı Bektaş öldüğünde ise mezarını yine Fatma Ana yaptırmıştır. Bu durumu Fatma Ana’nın müridi olan Abdal Musa isimli kişi ise şöyle anlatmıştır;

‘‘Abdal Musa dirlerdi bir derviş vardı. Hatun Ana'nın muhibbi idi ol zamanda şeyhlik ve müridlik fariğlerdi Hatun Ana ol azizin üzerine mezar itti geldi bu Abdal Musa bunun üzerinde bir nice gün sakin oldu Orhan Gazi devri geldi gazalar etti... " ifadesiyle Hatun Ana ile Abdal Musa arasındaki ilgiyi belirtmektedir.’’ 227

Bacılar örgütü hakkında Fuad Köprülü başta olmak üzere diğer yazarlardan sonra en ayrıntılı bilgiyi ise Prof. Dr. Mikail Bayram vermiştir. Mikail Bayram, Vilayetname’de adı geçen Fatma Bacı'nın Anadolu Bacıları Teşkilâtı'nın bilinen ilk lideri olduğunu öne sürerken, bazı karinelerle tarihi olguları da birleştirmiş görünmektedir. Tarihçi, özellikle Menâkıb-ı Şeyh Evhaduddin Kirmanî'ye dayanarak Bacılar'ın Ahilerin kadınlar kolu olduğunu öne sürmekte, Fatma Bacı'nın da Ahi Evren'in eşi olduğunu iddia etmektedir. Daha önce de O. Turan, Bâcıyân-ı Rûm'un Ahilerle ilgili olabileceğini düşünmüşse de bunu destekleyecek bir şey belirtmemiştir.

Ahilerin çok çeşitli fonksiyonları olan bir teşkilat olduğu bugün artık bilinmektedir. Ancak Bacılar Teşkilâtı için bunu söylemek henüz erken gibi görünmektedir. Keza Mikail Bayram, Bacılar'ın da Ahiler gibi aynı fonksiyonları kadınlar arasında icra eden bir kuruluş olduğunu iddia etmesine rağmen, eserinin sonlarına doğru şunu da ifade etmiştir; “Bir bakıma Bâcıyân-ı Rûm belki bir tarikatın kadın müritlerinin meydana getirdiği bir cemaattir demek daha doğu olur inancındayız. Bu cemaatin haliyle kadın mürşitleri ve şeyhleri olacaktır, işte Fatma Bacı (böyle) bir mürşit idi.” sözleri,230 teşkilâtın mahiyeti hakkında kesin bir hükme varamamış olduğunu göstermektedir. 231

Anadolu Bacıları isimli bu teşkilatın Osmanlı kurulmadan hemen evvel dağıldığı bilinenler arasında, fakat teşkilat dağıtılmış olsa da bu kahraman kadınlar faaliyetlerine ve cengâverliklerine her zaman devam etmişlerdir. Osmanlı döneminden Cumhuriyet yıllarına kadar tarihimizin sayfalarında birçok kadın kahramanı görmek mümkündür.

Örneğin özgürlük mücadelesi verdiğimiz o yıllarda Anadolu Bacıları örgütünün kurucusu olan Fatma Ana ile aynı ismi taşıyan Kara Fatma’nın kahramanlıkları tarihimize altın harflerle yazılmıştır. Kara Fatma’nın hikâyesi ise şöyledir;

Kara Fatma Erzurumlu Yusuf Ağa’nın kızıdır. Balkan Harbi’nde kocası Derviş Erden’le Edirne’de Yanık Kışla’da bulunmuştur. 1. Dünya Savaşı’nda 9-10 kadınla birlikte Kafkas Cephesi’nde savaşmıştır. Eşi Sarıkamış’ta şehit düşmüştür. Mondros Mütarekesi’nden sonra “Üsküdar’a” oradan Bolu ve Ankara yoluyla Sivas ve Erzurum’a giderek Gazi Mustafa Kemal’den kendisinin vazifelendirilmesini istediğini, 43 kadın silah arkadaşı olarak şark vilayetlerindeki vazifelerini yerine getirdiklerini 1923’de yapılan bir mülakatta anlatmıştır.

Fatma Seher, Mustafa Kemal’le nasıl görüşebildiğini yine hatıralarında şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafetlere girerek üç günlük bir mücadeleden sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım. Üzerimde çarşaf ve yüzümde peçe ile kapalıydı. Kendisiyle bir mesele hakkında görüşmek istediğimi söyleyince ilk defa sert bir lisan kullanarak “Ne görüşeceksin” dedi.

Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye üstün gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul’dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi ve maruzatımı bir dakika için dinlemesini ısrarla rica ettikten sonra, pek yakınımızda bulunan küçük bir lokantaya beni kabul ettiler.” bilgisini vermiştir. Mustafa Kemal ona adını, silah kullanmayı, ata binmeyi bilip bilmediğini sormuş ve aldığı cevaplardan memnun olarak “Bütün kadınlar senin gibi olsa idi Kara Fatma” demiş ve adı bundan sonra Kara Fatma kalmıştır. ‘‘Kendi eli ile yazdığı kâğıdı vesika olarak bana verdi. Sıkışık vaziyetlerde sana yarar. Haydi, göreyim seni verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul’a git hazırlan ve işe başla.” dediğini anlatmıştır.

Kara Fatma aldığı talimatla İstanbul’a gelmiş, Topkapı Pire Mehmet ve Laz Tahsin ile birlikte on beş kişilik çete kurmuş, köylü kıyafeti giyerek Haydarpaşa’dan trene binip İzmit’e inmişler ve iş bulmaya gelen muhacir görünümünde sayılarını arttırmaya çalışmışlardır. Kısa zamanda doksan altı kişi olmuşlar, Üsküdarlı Albay Neşet Bey emrinde savaşmışlar, askeri bakımından mühim olan Fındıktepe’yi düşmandan temizleyerek buraya Türk bayrağını dikmişlerdir.

Dokuz yaşındaki kızı Fatma, oğlu Seyfettin, kardeşleri Süleyman ve Mehmet Çavuş ile davulcular ormanında gizlenmiş olan yüz elli kişilik çetenin başına geçen Kara Fatma, Gül-Bağçe, Mecidiyye, Orhaniyye, Arpalık köylerinin imam ve muhtarlarıyla ileri gelenlerini ormana celbettirdi. Onlara “Ben Kara Fatma’yım; sizin ırzınızı, malınızı ben koruyacağım.” dedi. “Köylüler memnun döndüler. Kara Fatma bir taraftan sabanca havalisinde silah satın alıyor. Bir taraftan da civar köylerden gelen delikanlıları çetesine yazıyordu. Mevcudu dört yüz sekseni bulmuştu.”

İzmit Yunan işgali altında idi. O günlerde yırtık pırtık bir köylü kadını pazara öteberi getirip satıyor, akşam olunca şehirden ağır sandıklar alarak esrarengiz bir şekilde çıkıp gidiyordu. Bu kadın iki defa gelip gitmiş, dönerken altışar sandık götürmüştü. Üçüncüde bu şüpheli kadını yakaladılar. Sandıklar cephane sandığı idi. Kendisini askeri koğuşlarından birine attılar. On dokuz gün mütemadiyen dövdüler, dövdüler. On dokuz gün zarfında tamamiyle dermansız, hasta ve perişan olan bedbaht kadın Kara Fatma çetesinin bizzat reisiydi.

Müfrezesine kırk üç kadından başka yedi yüz de erkek katılmış olduğunu söyleyen Kara Fatma, kadınlardan yirmi sekizinin şehit düştüğünü, geriye kalan on sekiz kadın ve diğer erkeklerle 1. İnönü, 2. İnönü Savaşları’na katılmış, bu savaşlarda on sekiz kadını şehit olarak bırakmış, kendi de yaralanmış ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ne yani Afyon harbine müfrezesiyle katılmış. Bu savaşla ilgili, onun kahramanlığını, zekâsını çok iyi anlatan hatırasını onun ağzından yazıyorum.
“Altımdaki Ceylan ismindeki, güzel talim ettirilmiş çok akıllı bir hayvandı; âdeta bir piyade neferi gibi düşman mevziine sokulmakta fevkalâde mahirdi. Afyon civarındaki Sürmeli köyünde bulunan düşmana müfrezemle taarruz esnasında, hayvanımla düşmanın mevziine sokulmak icap etti. Bu esnada düşman tarafından bir kemend atılarak yakalanmıştım ve hayvanda şahlanarak bizim tarafa firar etmeye muvaffak oldu; ben de bu suretle düşmana esir olmuştum.
Beni yakaladıktan zaman gözlerim bağlanarak, kendi mevzilerinin iki saat gerisinde bir yere götürülmüştüm ve burada gözlerimdeki mendil çözüldü ve Sürmeli köyünde kurmuş oldukları karargâhlarında yarım saat isticvap edildim; benden izahat almak için mütemadiyen sıkıştırıyorlardı; ben de verdiğim cevaplarda kaçamak cevaplar veriyordum. Bunlar arzu ettikleri maksadı temin edemediler.

Bunun üzerine, Başkumandanları olan Tirikopis’in yanına götürdüler. Beni görünce son derece hayretle bana bakıyordu ve “Sen Kara Fatma!” diye üç defa hayretle ismimi tekrarladı. Biraz sonra hayret ettiğinin sebebini son sualinden anladım. Meğer bunlar, Kara Fatma’yı devâsâ bir şey tahayyül ediyorlarmış ve bende bunlara cevaben “Anadolu’daki Kara Fatmalar’ın en kuvvetlisi benim.” demiştim. Beni bilahare bir yere kapadılar.

Evvela başıma dört tane süngülü nöbetçi diktiler; birkaç gün geçtikten sonra bir kişiye indirilmişti. Her gün beni mütemadiyen dövüyorlardı. Gücüm tükenmeye başlamıştı. Bir gün nöbetçinin yanına bir misafir arkadaşı geldi. Şarap içiyorlardı. Misafir olan arkadaşı kalktı gitti. Bu nöbetçi şarap içmeye devam ediyordu. Her halde çok içmiş olmalı ki sabaha karşı sızdığını gördüm. Fakat bir türlü inanamıyordum. Bir iki yoklamadan sonra hakikaten sarhoş olduğuna kanaat getirmiştim.
Elindeki silahı alarak ortalık ağarmadan yola çıktım. On dokuz gün esaretin öldürücü ezalarına maruz kaldıktan sonra nihayet bir hayli müşkülattan sonra kaçmaya muvaffak oldum. BURSA’NIN işgalini duyunca halime bakmadan Sürmeli köyündeki ovada kıtamın başına geçtim. Bu muvaffakiyetimden dolayı Üsteğmen’liğe terfi edildim.”

BURSA 20 Haziran 1920’de Yunanlılarca işgal edilmiştir. Düşmandan temizlenmesi Afyon Zaferi’nden on gün sonra 10 Eylül 1922’dedir. Kara Fatma müfrezesiyle BURSA’NIN KURTULUŞU savaşına da katılmıştır. Afyon ilçelerinden “Burhaniyye Köyü’ne geldiğim zaman artık tamamen Yunan elinden kurtulmuştum; fakat şimdi harb etmek, düşmanı sürmek için bende daha yaman bir ateş uyandırmıştı.

Bana ve vatandaşlarıma yaptıkları zulüm, eza ve cefadan dolayı Yunanlılara mülevves ayaklarıyla topraklarımızı çiğneyen bu düşmanlarımıza teskin olunmaz bir kin ve nefret duymuştum. Müfrezemi tekrar teşkül ettim ve BURSA CEPHESİNDE harbe girdi. Yunanlılar burada mukavemet ettiler fakat Türk’ün süngüsü yaman şeydir, Ona kimse mukavemet edemez. Bizim vazifemiz kıtatın gerilerine akın etmek ve yollarını kesmekti. Vazifemizde muvaffak oluyorduk. Yunanlılar bizim ordunun hücumuna fazla dayanamadılar. Bozgun başladı; birkaç gün içinde Yunan’ı denize sürdük. Artık vazifem bitmişti. Yorgun vücudumu dinlendirmek için izin verdiler, işte bende bugün memleketimi geziyorum. Vilayeti şarkiyye gittim. Karadeniz sahillerini gördüm, bir iki gün evvel de güzel İstanbul’umuzu görmek için buraya geldim.” diyor.

Kara Fatma bunları Tanin Gazetesi muhabirine anlatmıştır ve bu konuşma Tanin Gazetesi’nin 5 Temmuz 1923’de yayınlanmıştır.

Benim bugün neden Jan Darc’ın yanında bir Kara Fatma’nın da, bu nesil için, onlar tarafından bilinmesi için çaba harcamakta olduğuma en güzel örnekte; Kara Fatma’nın İstanbul’dan sonra gittiği Konya’da neşredilen Babalık Gazetesi’nde Tenin’deki röportajdan da faydalanarak 9 ve 21 Temmuz 1923’de yayınlanan ve Kara Fatma’nın hayatta her sahada bir erkek gibi karışması mümkün olup olmadığı sorusuna verdiği cevaptır, şöyle der;

“Bundan sonra erkek, kadın hep beraber çalışacağız. Kadın peçesiz ve yüzü açık gezmekle iffetini kaybetmez. Zaten memleket bizden o kadar çok hizmet istiyor ki... Bunlar arasında peçe ve çarşafı düşünecek halde değiliz, İstanbullu hemşerilerimize silah kapıp cepheye gidin denilemez; fakat onlara düşen iş, silah kullanmaktan daha büyüktür. Şimdiden sonra Anadolu’ya gitmeli ve cahil Anadolu kadınının gözünü açmalı. Anadolu halkı hele kadınları, İstanbullu hanımları seve seve karşılayacak, onların söylediklerini harfiyen yapacaktır.

Kadın neden erkek kadar çalışmasın! Bugün Anadolu’da bir ailede iki erkek varsa yanı başında 10 da kadın vardır; bunun için kadın erkek hep beraber çalışacaktır. Bunun kimseye bir zararı yok, belki faydası çoktur”; “Çocuklarımız mutlaka okumalıdır. Ben çok iyi biliyorum ki bugün Anadolu’da erkek ve kız bütün çocuklar okuyacak olurlarsa Anadolu’nun hali değişecek, Türk’ün yüzü gülecek, işi düzelecek, bütün batıl düşünceler kalkacak, Türkler yaşamaya başlayacaktır. İşte bu maksatla küçük kızımı okutmak için şimdiden çalışıyorum.” diyor.

Bu mülakatından on üç yaşındaki küçük kızının da kendisi gibi harbe katıldığını, Kocaeli’deki bir çarpışma sırasında iki parmağını kaybettiğini öğreniyoruz.
Bence bu röportaj ders kitaplarından hiç olmazsa birine girmeliydi!

Kara Fatma 1944’te yayınlanan hatıralarının sonuna eklediği “Üsteğmenlik maaşımı ne için Kızılay’a terkettim” başlıklı paragrafta şöyle demektedir.
“Vatanın büyük kurtarıcısı Ebedi Şefin layık olmadığım büyük iltifatı beni son derece sevindirmişti. Esasen bütün emel ve arzum yapmış olduğum hizmetten hiçbir menfaat beklemememdir. Bu itibarla taltif edilmiş olduğum rütbenin mukabilinde verilecek maaşımı Kızılay’a terk etmekle son vatani vazifemi yaptım.”
Ne denilebilir ki, sağ ol yürekli kadın!

Kara Fatma 1954 yılı başlarında bakacak kimsesi bulunmadığından İstanbul’da bir kulübede yardıma çok muhtaç halde yaşamakta idi.
Bunu gazeteler aracılığıyla duyurulmasından sonra İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı kendisiyle görüşmüş ve İstanbul Valiliği, torunlarına okul yardımı yapmış ve yatılı bir okula yerleştirmiştir.

İstiklâl Harbi başlangıcından, Anadolu’nun düşmandan temizlenmesine kadar Doğu ve Batı cephelerindeki savaşların çoğuna katılmış olan Kara Fatma 4 defa yaralanmış, Yunanlıların elinde on dokuz gün esir kalmış. Rütbesi Üsteğmenliğe yükseltilmiştir.

İstiklâl harbinde silah kullanan, canla başla çalışan mücahit kadınlarımızın önde gelenlerinden olan, hayatının son yılları dayanılmaz maddi sıkıntılar içinde geçen Kara Fatma kendisine vatanı vazife tertibinden 17 Şubat 1954’de aylık bağlanmasının ertesi yılında 1955’te vefat etmiştir. (Erzurum’da).
Kara Fatma önce Çavuşluk, daha sonra Teğmenlik ve en sonda Üsteğmenlik rütbesine layık bulunmuştur. Elime geçen yeni belgeler ışığında Çavuşluk ve Teğmenlik rütbelerinin veriliş nedenlerini aktarmak istiyorum. Kara Fatma bir vazife dolayısıyla karargâhını Hendek ile Düzce arasındaki Nefren Boğazı yakınındaki bir köye kurmuştur. Eşkıya reisi Lima ile İbrahim bir gece misafir edilmekte olduğu eve gelerek eğer affedilirse bu çeteyle birlikte çalışmak istediklerini bildirip, bunu sağlamasını rica etmişlerdir. Kara Fatma onların bu isteklerini telgrafla Ankara’ya bildirmiş, iki saat içinde bu eşkıyalar ve topladıkları asker kaçaklarının affı emri gelmiş, bunlar da müfrezeye katılmıştır.

Kara Fatma 28 Haziran 1921 ‘de İzmit’in düşmandan temizlenip kurtarılmasına kadar İzmit’te kalmıştır. İznik civarındaki Bereket ve Kara derindeki taarruzda, Aleko - Karaderin hattındaki fedakârlıklar, kahramanlıklar gösterdiği anlaşılır. Mehmet Emin Yalman, İzmit’te bulunduğu sıralarda Kara Fatma ile görüşmüştür; ona anlattıklarından da İznik’e üç yüz seksen gönüllü getirdiği, bunları intikam taburuna teslim ettiği, bunlar arasında oğlu ile kardeşinin de bulunduğu anlaşılır.
“Bir defada yüz seksen gönüllü topladım İzmit’e getirildim. Bir müddet birlik kumandanlığında bulundum, sağ kolumdan vuruldum, İzmit Hilal-ı Ahmer (Kızılay) Hastanesi’nde tedavi edildim. İnşallah yine cepheye gideceğim.” demiştir. Hisarcık’ta, Kaynarca mıntıkası Kumandanı Na’im imzasıyla Süvari Livasına gönderilen yazıda, düşmanın taarruzunun durdurulduğu üçüncü maddesinde Fatma Seher Hanım’ın cepheden gelen efrad üzerindeki te’siri her türlü takdirin üstünde olduğu kaydedilmiş, bunun karşılığı Liva emrinde “Bu günkü harekâtta pek çok yararlılığı görülmüş olan Fatma Seher Hanım’a teşekkür ederim.” denilmiştir.
26-27 Ağustos 1921 tarihli 193 sayılı Liva tamimi ile de onun bu kahramanlığı açıkça takdir edilerek başka birliklere de örnek gösterilmiştir. Bu çalışmalarından dolayı Çavuşluk rütbesini alan Kara Fatma Kocaeli Grubu Kumandanlığına yazdığı 24 Ekim 1921 tarihli dilekçede “Büyük Milletimin uhdeme verdiği Çavuşluk rütbesinden dolayı arz-ı şükran eylerim” sözleriyle bu rütbe için teşekkür etmektedir.

Teğmenlik rütbesine gelince; bunu da Kara Fatma’nın kendisinin ağzından yayınlanan bir hatırasından öğrenelim.

“İstiklâl Harbi’nin son taarruzundan evvel 1922 senesinde Çiçek Bayramı münasebetiyle Ankara’da davetli bulunduğum sırada davetlilerden başta Atatürk olmak üzere Rus sefiri, Meclis Reisi General Kazım Özalp, Van Mebusu Hasan Bey ve hatırlayamadığım hükümet erkânından bazı zevatın müvacehezinde işlemeli güzel bir gümüş sigara tabakası, milli bir menfaat için müzayedeye çıkarılarak Atatürk’ün bu tabakanın kime hediye edilmek muafık olacağını heyeti huzurunda sordular; derhal heyettekiler Kara Fatma’ya hediye olunması mütalaasını ileri sürdüler ve bu teklif heyetçe müttefikan alkışlarla kabul edildi.
Fakat Atatürk benim çok iyi silah kullandığımı işittiğini ve tesadüfen bu Çiçek Bayramı’nda iyi silah kullanan ma’ruf nişancılar arasında bir müsabaka tertip edilmiş bulunduğundan, bu müsabakaya iştirakimi tensip buyurdular. Muaffak olduğum takdirde, sigara tabakasının bu suretle bana hediye edileceğini emir buyurdular.
“Bende müsabakaya iştirak ederek birinciliği kazandığımdan son derece haz duyarak hem mezkûr tabakayı bana hediye ettiler ve hem de Teğmenlik rütbesiyle taltif ettiler.’’
Kara Fatma’nın görüntüsü ile ilgili yazılardan bir kaçı şöyledir.
Mehmed Emin Yalman’dan “Fatma Seher Hanım belindeki fişenklikleriyle, ayağındaki çizmeleriyle, elindeki kamçısıyla tam bir İstiklâl Harbi akıncısı…”
Bir Rus diplomatın hatırasından “Fatma Çavuş kısa boylu, zayıf, enerjik yüzlü, kara gözlü bir kadındı. Fatma’nın sırtında siyah bir ceket, altında çizgili bir eteklik, ayağında çizme vardı, belindeki geniş kuşağında tüfenk mermisi, kama, omzunda kayış görünüyordu. Başını bir yemeni ile sarmıştı.”
Akşam Gazetesi’nde 1923’te yayınlanan bir yazıda Üsteğmen elbisesi giymekte olduğu, göğsünde bir harp nişanı ve istiklâl Madalyası olduğu anlaşılır.
Kara Fatma’nın hikâyesi böyledir…

Kim bilir belki de Kara Fatma da tıpkı adaşı ve Bacılar Örgütü’nün kurucusu olan Fatma Ana gibi Bacılar örgütünün bir üyesiydi ve içinde yanan savaşçılık ve vatanperverlik aşkına yollara düşmüş ve nihayetinde şehit olmuştu. Bugün Bacılar Örgütünün varlığı halen daha tartışılsa da, Türk kadının kahramanlıkları asla tartışılmayacaktır!

KURSAD BERKKAN

NOT : Gizli Örgütler ve Tarikatlar kitabımızdan bir bölümdür lütfen kaynak göstererek paylaşınız.

Yorum Gönder

0 Yorumlar